Avrupa kapılarında Türk vatandaşına uygulanan “vize tiyatrosu” artık bir diplomatik nezaket eksikliğinden öte, düpedüz bir haksızlığa dönüşmüş durumda. Üstelik mesele yalnızca uzun süreli oturum ya da çalışma vizeleri değil; üç günlük bir turistik gezi için dahi Schengen kapısına başvuran Türk vatandaşına çoğu zaman ret cevabı veriliyor. Retle de kalmıyor; ödenen vize ücreti iade edilmiyor. Yani Türkler, daha bavulunu bile hazırlamadan, kapıda haksız bir “aidat” ödemiş oluyor.
Bu tablo, bir yandan Avrupa’nın “eşitlik, özgürlük, adalet” söylemleriyle taban tabana zıt. Öte yandan da Türk halkı için onur kırıcı bir hale gelmiş durumda. Yüzbinlerce insan, reddedilme ihtimalini bile bile, sanki bir “umut kapısı” önünde bekler gibi konsolosluk randevularına koşuyor. Bu tabloyu izleyen herkes şu soruyu sormalı: Neden hâlâ Avrupa’yı görmek için bu kadar ısrar ediyoruz?
Aslında Türklerin yapacağı basit bir protesto, bu denklemi kökten değiştirebilir. Bir yıl boyunca, birkaç milyon insanın Avrupa’ya gitmemesi, tatilini kendi ülkesinde ya da vizesiz gidilebilen coğrafyalarda yapması; Avrupa turizm ekonomisi için ciddi bir mesaj olur. Kapadokya’dan Ege kıyılarına, Karadeniz yaylalarına kadar Türkiye’nin sunduğu doğal ve kültürel zenginlikleri keşfeden bir halk, hem kendi ekonomisine katkı sağlar hem de “siz bize kapınızı kapatırsanız biz de size cebimizi kapatırız” diyerek güçlü bir yanıt vermiş olur.
Türklerin ihtiyacı olan şey, biraz gurur ve biraz da birliktir. Avrupa kapılarında rencide edilmeye alışmak yerine, kendi değerini bilip, kendi toprağında tatil yapmayı, kendi ekonomisine yatırım yapmayı tercih ettiği gün, Avrupa’nın tavrı da kökten değişecektir. Çünkü gerçek şu ki: Onların kapılarının değil, bizim tercihlerimizin gücü belirleyici.