Şehirlerde yaşayan fakat ortalıkta pek görünmeyen, hatta kedi mamaları yiyen kirpiler…
Küçücük bedenlerine dikenler sığdırmış, yalnızlığıyla barışmış hayvanlardır, kirpiler. Onların sosyolojisi, aslında bizim sosyolojimize tutulmuş bir aynadır. Çünkü her birimiz, görünmez dikenlerimizle dolaşırız: kırılganlıklarımızı saklamak için geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarıyla.
Kirpi toplumsal yaşamın kenarında durur. Ne kurt kadar sürüye ihtiyaç duyar, ne de kuş gibi kalabalıklara karışır. Tek başına hayatta kalabilecek kadar güçlü, ama bir o kadar da savunmasızdır. Onun sosyolojisi, “yakınlık” ve “mesafe” üzerine kuruludur. Çok yaklaşırsa, dikenleri incitir; çok uzaklaşırsa, yalnızlıktan üşür. İnsan ilişkilerinde de bu dengeyi kurmak zor değil mi? Fazla yakınlık boğar, fazla uzaklık ise koparır.
Arthur Schopenhauer’in meşhur “kirpi ikilemi” tam da buradan doğar: Soğuk bir kış gününde, kirpiler üşümemek için birbirine sokulur, fakat dikenleri canlarını yakar; ayrıldıklarında ise soğuktan titrerler. İnsan topluluklarının da temel gerilimi budur: bir arada olmanın sıcaklığıyla bireysel sınırların korunması arasındaki o ince çizgi.
Sosyolojide kirpilerin bize anlattığı şey şudur: Her toplum, üyelerinin birbirine ne kadar yaklaşabileceğini ve hangi mesafede durması gerektiğini belirleyen görünmez kurallara sahiptir. Mahremiyet, kişisel alan, toplumsal ritüeller… Hepsi bu dikenlerin biçimidir.
Kirpiler bize öğretiyor: Yakınlaşmadan yaşanmaz, ama fazla yakınlaşma da yaralar. Toplum dediğimiz şey, dikenlerimize rağmen yan yana durabilme sanatıdır.