Tarih kitapları, Mezopotamya’yı “Bereketli” olarak över. Fırat ve Dicle’nin sularıyla beslenen bu toprakların, insanlığın ilk medeniyetlerine beşik olduğu söylenir. Ancak bu hikaye, gerçeğin yalnızca romantik bir kısmını yansıttığını söyleyebiliriz.
Bir coğrafyayı bereketli kılan nedir? Toprağın verimi mi, suyun bolluğu mu, yoksa üzerinde kurulan düzenin huzuru mu? Yüzyıllar boyunca “Bereketli Hilal” olarak anılan Mezopotamya, bize bu soruların cevabını yeniden düşündürüyor. Çünkü bu topraklarda bereket, yalnızca toprağın altındaki tortularda kaldı; insanlık ise bu bereketin üstünde birbirini yemekten başka bir şey yapmadı.
Sümerler, Akadlar, Babiller, Asurlular… Uygarlıkların doğduğu yer, aynı zamanda ilk yıkımların da başladığı yerdi. Sümerler çivi yazısını icat ederek tarihte ilk kez yazıyı kullanmış, şehir devletleri ve zigguratlar inşa etmişlerdir. Akadlar güçlü imparatorluk kurmuş, Babiller Hammurabi Kanunları ile hukukta büyük ilerleme sağlamışlardır. Asurlular ise güçlü ordularıyla tanınmış ve Ninova’da büyük bir kütüphane kurmuşlardır. Mezopotamya’da tekerlek, takvim, sulama sistemleri, matematik ve astronomi alanında önemli buluşlar yapılmıştır.
MÖ 3000’lerden itibaren toprak ve su kaynakları için sürekli çatışmalar yaşanmıştı.
Tarımı keşfetmişlerdi ama adaleti değil. Sulama kanallarını kurmuşlardı ama barışı asla. Her gelen, bir öncekini yok etti. Her devlet, kendisinden sonrakine yıkımı miras bıraktı.
Kırılgan Sistem
Mezopotamya’nın bereketi, nehirlerin taşkınlarına ve insanın karmaşık sulama kanallarına bağımlıydı. Toprak, doğal yağışlarla değil, ancak binlerce işçinin sürekli temizlediği yapay su yollarıyla yeşerebiliyordu. Bu sistem, iklim değişiklikleri, savaşlar veya siyasi çöküşler karşısında dayanıksızdı. Örneğin, MÖ 2. binyılda Sümerlerin çöküşünde, tuzlanan toprakların verimsizleşmesi kritik bir rol oynadı. Aşırı sulama, toprağı çoraklaştırdı ve buğday üretimi yerini daha az besleyici arpaya bıraktı. Medeniyet, kendi eliyle yok ettiği topraklara yenik düştü.
Mezapotamya’da Savaş ve Kan
Mezopotamya’nın kaderi, siyasi istikrarsızlıkla da şekillendi. Asur, Babil ve Persler gibi imparatorluklar, sulama altyapısını korumak yerine, savaşlara yatırım yaptı. Kanalların bakımsızlığı, nehir yataklarının değişmesi ve çöl rüzgarlarının toprağı örtmesiyle, tarım alanları çöle dönüştü. Orta Çağ’da Abbasiler döneminde bile Bağdat’ın etrafındaki verimli araziler, Moğol istilalarıyla birlikte tarihe karıştı. Bereket, barış ve istikrar ister; oysa Mezopotamya, kanla sulanan bir coğrafyaydı.
Bir Mezapotamya Yalanı
Mezopotamya, adeta tarih boyunca kaosun prototipi olmuştur. Med, Pers, Arap, Selçuklu, Osmanlı, İngiliz, Fransız, Amerikan… Her imparatorluk bu topraklara bir damla kan bıraktı, ama huzur bırakmamıştır. Haritalar defalarca çizildi; sınırlar değişti ama kavgalar değişmedi. Bugün Irak, Suriye gibi modern ulus-devletler de yaşanan kaoslar, yasaklar, iptidai politikalar ortadadır.
21.yüzyılda bile bu topraklar barışa hasret! Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Suriye İç Savaşı… Her bir olay, bir öncekini aratır nitelikte. Terör örgütleri, mezhepsel çatışmalar, enerji savaşları… Bugün hala Mezopotamya’da doğan bir çocuk, barış içinde büyüyüp yaşlanma şansına sahip değil. Çünkü bu topraklar insanlık tarihinde, sadece medeniyetin değil, aynı zamanda ölümcül ihtirasların da doğduğu yer.
Mezopotamya hala “bereketli” olarak anılır? Çünkü bu hikaye, insanın doğaya hükmetme arzusunu meşrulaştırıyor. Medeniyetin yükselişini, toprağın cömertliğine değil, insanın mücadelesine bağlamak, zaferi büyütüyor. Oysa gerçekte Mezopotamya, kaynakları tükenene dek sömürülen ve sonunda terk edilen bir laboratuvardı.